4 Temmuz 2011 Pazartesi

Amerika'ya bir iki...

Program yapmayı seviyorum. Genelde çantamda ya da aklımda bir yapılacaklar listem vardır. Bunlar dışında daha uzun vadeli planlarım da var. Mesela 15 yıl sonrası için... (hayallerim de diyebiliriz. :)

İşte bu listelerden biri de "Çocuk sahibi olmadan önce yapılsa iyi olur" listemdi. 7 maddelik bu listede gerçekleştirmediğim bir madde kalmıştı. O da "Yeni Dünya" yı yani Amerika'yı keşfetmekti. Çocuktan önce yapılsa iyi olur çünkü yol çok uzun, çocuğu götürsen rahat rahat gezemezsin, çocuk için de bir anlam ifade etmeyecek. Götürmesen aklın çocukta kalır, bırakmaya kıyamazsın...Bu nedenle mümkünse çocuk yokken gidip özgürce gezmek lazım diye düşündüm hep...

Vveeee birdenbire, çocuk yapmaya az bir zaman kala Amerika'ya gitmek için şartlar olgunlaştı... Wings Mil puanlar birikti, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız Marla ve Onur San Francisco'da yaşıyorlar ve bizi bekliyorlar. (yakında Türkiye'ye yerleşecekler.. ) Pasaportlar yenilendi, 10 yıllık Amerika vizesini yarım saatte, kolayca aldık. Oysa onlarca doküman hazırlamıştık. Hiç birine bakmadılar bile :) Kısacası herşey hazır...

Artık Marla ve Onur'la San Francisco'da buluşmak için gün sayıyoruz... :)
 

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Ah O Gemide Ben de Olsaydım... :)

Malum yaz tatili yaklaştı. Tatilde mavi yolculuk düşünenler, "acaba nasıl olur?" diyenler  için bilgilendirici olacağını düşündüğüm bir tatil yazısı bu.




Mavi yolculuk deyince aklıma başlıktaki şarkı geldi. Filmlerden de  Titanic mavi yolculuğu anlatan en etkileyici filmdir herhalde...

Evlendiğimizden beri hiç bir yaz tatili için 5 yıldızlı otellerin sıkış tepiş, kapalı devre ortamlarını tercih etmedik. Bize aşırı sıkıcı gelen bu 70 yaş üstü veya çocuklu aile tatili modelinden hep kaçtık. Farklı deneyimler edinmeye çalıştık. 2 yaz ve 2 sonbahar yurt dışındaydık, 1 yaz mavi yolculuk yaptık ve bir yaz da bir butik oteli tercih etmiş, bütün Çeşme ve çevre tatil beldelerini gezme şansımız olmuştu.

2008 baharında arkadaşımız Özgür "yazın mavi yolculuk yapalım mı?" dediğinde Ömer'le ben çok heyecanlandık. Ben uzun deniz yolculuklarından çok hoşlanmıyorum ve de korkuyorum. Ayrıca çok kalabalık ortamları da sevmiyorum. Bu nedenle o güne kadar cruise gemi yolculuklarına hiç yüz vermedim. Özgür'ün bahsettiği ise Fethiye, Göcek, Marmaris'i kapsayan 1 haftalık bir özel turdu. 7 arkadaş katılacaktık bu yolculuğa ve yabancı kimse olmayacaktı teknede.. Herkes "OK" deyince hazırlıklara başladık.

Annem ve abim "ya tekne batarsa?" diye tedirginliklerini belli ettiler. Biz de "bişey olmaz" deyip onları rahatlatmaya çalıştık...

Yolculuk 1 hafta olarak planlandı. Rotamız Fethiye - Göcek - Marmaris - 12 Adalar . Ücreti kişi başı 600 liraydı. Teknede yemekleri kaptan ve eşi hazırlayacaktı. Deniz insanının elinin ne kadar lezzetli olduğunu bu tatilde anladım. Bunun için bizden 1 haftalık menü hazırlamamızı istediler. Özgür sağolsun menüyü hazırladı. Bizler de extra isteklerimizi ekledik. Aramızda bir de hamile arkadaşımız olacaktı.

Temmuz ayının ortalarında uçakla Dalaman'a indik. Diğer arkadaşlar arabalarıyla gelmeyi tercih ettiler.

C.tesi öğlene doğru hepimiz fethiye sahilinde teknenin önünde toplandık. 4 adet yolcu kamarası(banyosu içinde), bir mutfak ve bir de kaptan kamarasından oluşan 17 metrelik bir tekneydi bizimki.

Tekneye bavulları attıktan sonra kaptanla beraber menüyü de göz önünde bulundurarak yiyecek alışverişine çıktık. Yaklaşık 650 liralık alışveriş yaptık sanırım.

Ve tekne hareket ettiğinde biraz olsun serinlemiştik. Fethi Kaptan Fethiye ve çevresini, en güzel, en temiz ve en renkli koylarını çok iyi bilen bir Fethiye'liydi. Yolculuk boyunca onun sayesinde muhteşem manzaralara tanık olduk.
 


Yolculuğumuz genel olarak şöyle geçiyordu. Sabahları güzel bir koya demirliyorduk. Kahvaltıdan önce herkes sabahın serin güneşi altında sessiz bir deniz keyfi yapıyordu. Kaptan ve eşinin hazırladığı lezizzz kahvaltımızı edip biraz dinlendikten sonra tekrar bir deniz sefası başlıyordu. Bu yolculukta yüzmeyi epey geliştirdim. Şnorkelle su altını saatlerce izledim, kanoyla adaların etrafını dolaştım, midye kabukları topladım. Benim için çok çok eğlenceli, enteresan ve huzurlu bir tatil oldu diyebilirim.


Öğle yemekleri hafif ve lezzetliydi. Öğleden sonraları hepimiz köşemize çekilip bazen uyuduk bazen de kitap okuduk. Aramızda balık tutmaya çalışanlar da vardı. Bu arada meyve, kuruyemiş veya tatlı ikramları yapılıyordu.


Akşama doğru millet uyanışa geçince tekrar su oyunları başlıyordu. Akşam yemeğini yedikten sonra bazen yetenekli arkadaşlarımızın çaldıkları gitar eşliğinde türkçe-fransızca şarkılar söylüyor bazen de çekişmeli scrabble veya tavla maçları yapıyorduk. Akşam koyda uyuyor, eğer koyu çok sevdiysek bir gün daha kalıyorduk. Sevmediysek sabah olunca başka bir koya doğru yola koyuluyorduk.



Teknede sadece tanıdıklar olunca herşeyi kendimize göre ayarlama şansımız oldu. Aksi takdirde bir hafta boyunca 17 metrelik bir teknede farklı türde insanlarla tatil yapmak çok yıpratıcı olabilir, aklınızda bulunsun. Bizimki özel yatla tatile çıkmak tadındaydı.

Koylarda su, cam gibi berrak ve turkuaz renkteyken açık denizde, çok derin bölgelerde suyun rengi korkutucu bir laciverte dönüşüyordu. Bu his benim için uzun menzilli deniz yolculuklarına tahammül edemeyeceğimin bir göstergesiydi.





Önceki yıl da Fethi Kaptan'ın teknesiyle mavi yolculuk yapan Özgür ve Devrim, Göcek tarafında çok güzel bir su altı mağarasından söz etmişlerdi. Biz de çok meraklandık ve görmek istedik. Fethi Kaptan da kırmadı bizi. Bu mağara deniz kıyısındaki yüksek kayalıklar arasında kalmış, dışarıdan farkedilemeyen 2.5 metre dalıp içeri girilebilen bir mağaraydı. Erkekler dibe inip kayalığın arkasına geçerken bacakları ve kolları çizildi. Bunu görünce ben vazgeçtim tabii :) Ama mağarayı görmenin bir başka yolu daha vardı. Mağaranın tavanı çok yüksekte ama  gökyüzüne açılıyordu. Dışarıdan kayalıklara tırmanıp mağarayı tepeden görebilecektim. Deniz ayakkabılarımı giyip arkadaşların da yardımıyla kayalıklara tırmandım veee gördüğüm manzara karşısında büyülendim adeta. 4 metre aşağıda, kayalıkların ortasında zümrüt yeşili bir su ve sudan yansıyan güneş ışınlarının inanılmaz hareleri gözlerimi kamaştırdı. Burası cennetten bir köşeydi sanki. Saf, temiz, el değmemiş bir güzellik... O kayalıkların tepesinden ayrılmak istemedim bir süre. Ömer'in ısrarları sonucu vedalaşmak zorunda kaldım...

Fethiye'de 12 Adalar civarında demirledik. Buradaki 2 ada arası o kadar sığdı ki diz hizasındaki suda yürüyerek karşı adaya geçebiliyorsunuz. Bu aradaki bölümde bazı bizans kalıntıları olduğunu öğrenip şnorkelle daldık ama kayda değer bir şey bulamadık.

 
Kim farketti bilmiyorum ama öğleden sonra 200 metre ilerimizdeki yatta Metin Akpınar'ı gördük. Yatının güvertesinde oturmuş bişeyler okuyordu. Arada bir denize girip inanılmaz bir performansla adaların etrafını yüzerek turluyordu. Bir ara kıyıya çıkıp oturmaya başladı. Esra ve ben de hemen peşinden kıyıya çıktık. Güleryüzle karşıladı bizi. Her yaz gelirmiş buralara. Eşi ve 3 yardımcısı varmış teknede. Bizi gören Ömer ve diğer arkadaşlarımız da geldiler yanımıza. Uzun uzun sohbet ettik. Dünya ile çok ilgili, çok dolu ve nazik bir insanmış Metin Akpınar. Güzel, eğlenceli bir sohbet oldu doğrusu. Yardımcısı bizlere yattan içecek bişeyler getirdi bu arada..

Ertesi gün yine aynı koyda bu sefer Mirkelam'ın yatını gördük yüzerken. El sallayıp "Merhaba!!" dedik kendisine.. :) O da el salladı. Dediğine göre bir klip çekimi için gelmiş Göcek'e.

Bir akşam üstü bir koydan diğerine geçerken iki yavru yunus gördük denizde. Denize bir dalıp bir çıkarak resmen oyun oynuyorlardı. Hepimiz teknenin arka bölümünde toplanıp çığlıklar içinde yunusların oyunlarını izledik. Onları sirk havuzlarında değilde böyle doğal ortamlarında, özgürce dolaşırken görmek güzeldi.





Sabahları botlarla koyları dolaşıp demirlemiş yatlara gazete dağıtan satıcılar vardı. Bu satıcılar akşam üstleri de dondurma satıyorlardı.

İlk defa muza bindim bu tatilde, düşüşü kötü oluyormuşş :)

Son gün yine turkuaz renkte bir koya demirlemiştik. Ertesi sabah Fethiye'ye dönecektik. Bütün gün çok eğlenceli geçti. Artık teknenin en yüksek noktasından bile atlayışlar yapıp rahatça su yüzüne çıkıyordum :)


Akşama doğru yağmur çiselemeye başladı. Sonra dalgalar büyüdü, daha da büyüdü derken kaptan toparlanmamızı söyledi. Dalgalar artıyordu ve bu durumda kıyıda durmak tekneler için çok tehlikeli olabilirmiş. Zira dalga tekneyi kıyıya çarptırarak zarar verirmiş. Herkes denizden çıktı. Güvertede toplandık. Kaptanın eşi halatları çözüp yüzerek tekneye ulaştı. Bulunduğumuz yere en yakın liman olan Fethiye limanına doğru yola çıktık. Tekne sağa sola eğilmeye başlayınca kız arkadaşlarımız ağlamaya başladılar korkudan. Ben sakin olmaya çalışıyor dua ediyordum. Fırtına çıkmıştı. Kaptan yaptığı manevralarla dalgaları çaprazdan karşılayarak tekneye zarar vermesini engelliyordu. Devrim bir yandan olayları kameraya alıyor bir yandan da eşini teselli ediyordu. O an aklıma annemle abimin sözleri geldi. "Ya tekne batarsa" :) ... 500 metre gerideki bir filikanın dalgalar üzerinde deli gibi sallandığını görünce korkmaya başlamıştım. 7-8 dakika kadar sonra dalgalar küçülmeye başladı. Biz de limana yaklaşmıştık. Rahat bir nefes aldık. Limanda Ömer beni soğukkanlığımdan dolayı kutladı :)))



Akşam yemeğini yine teknede yedik. Daha sonra çıkıp Fethiye'yi dolaştık. Bir iki hediyelik eşya aldık. Ertesi gün de dinlenerek, Fethiye'yi gezerek geçti. Artık ayrılma vakti gelmişti. Eğlenceli, huzurlu, sessiz, sakin, sonu maceralı bir tatil oldu benim için. Hiç unutamayacağım anılarla Ankara'ya dönüyordum...

9 Mart 2011 Çarşamba

Tarih, Sanat, Moda = ROMA...

Balayımızın 4. gününde Roma'dayız. Hotel Residenza Montemario'da kalıyoruz. Otel İtalya'da şu ana kadar kaldığımız en güzel oteldi diyebilirim. Odalar daha genişti diğerlerine nazaran. Yıllar önce Roma'nın ünlü ailelerinden birinin yaşadığı, içinde güzel resimler olan tarihi bir binaydı burası.




İtalya'ya gelmeden önce biraz İtalyanca çalışmıştım. Çok sık kullandığım kelimelerden aklıma gelenler ise şunlar:

Buongiorno: Günaydın (Bon jorrrno diye okunuyor)
il te caldo: Sıcak Çay
Piazza: Meydan, En sevdiğim meydan Piazza Navona oldu. Melekler ve Şeytanlar kitabında olayların son bulduğu meydandır aynı zamanda)
Via: Cadde, En sevdiğim, en çok dolaştığım, alışveriş yaptığım cadde, Via Del Corso
Carne di maiale: domuz eti 
pollo ala grilla: tavuk eti
verdure al vapore:buharda sebze
pasta con frutti di mare: deniz ürünleri makarnası
Buona sera: iyi akşamlar

Sabah rehberimizle beraber otobüse binip şehrin etrafını şöyle bir turladık. Şehrin ortasından Tiber (İtalyanca Tevere) nehri geçiyor.  Nehrin Roma ile özdeşleşmesi nedeniyle , Tiber'de yüzmek (swimming the Tiber) Protestan'lar tarafından Roma Katolikliği'ne geçenler için kullanılan bir terim olarak ortaya çıkmış. Tersi durumlar için ise Thames'de yüzmek (swimming the Thames) terimi kullanılmış.

Şehir merkezinde Katolik dünyasının en büyük Kilisesi olan San Pietro Kilise'sine doğru yola koyuluyoruz.

San Pietro Kilisesi Katolik Hristiyanlığın ve temsilcisi Vatikan'ın en önemli kilisesi. Vatikan İtalya sınırları içinde bulunan Dünya'nın en küçük ülkesi. 0.44 km2 alana sahip ve bu ülkede sadece 900-1000 kişi yaşıyor. Mutlak Monarşi ile yönetiliyor. Yani yasama, yürütme ve yargı Papa'nın elinde.
Sabah otelden çıkarken rehberimiz bizlere bu kiliseye girerken en azından yarım kollu tişörtler ve diz hizasında şortlar giymemizi söyledi çünkü kolsuz veya çok kısa şortlarla içeri almıyorlar. Ayrıca içeride sessiz olmak gerekiyor. Rehberler öyle bağıra çağıra tarih anlatamıyorlar içeride. Kiliseye yakın bir durakta otobüsten indik. Bir İtalyan rehberle buluşup kulaklık kiraladık. Rehberimizi bu kulaklıklarla dinleyeceğiz. Sonra hep beraber Kilise önündeki uzuuun kuyruğa girdik.

San Pietro Kilise'si Vatikan muhafızlarınca korunuyor. Muhafızlar yüzyıllar önce Michelangelo'nun tasarladığı kıyafetleri hala giyiyorlar. Biraz da turistik amaçlı olsa gerek.


 Rehber'in içeride anlattığı Hristiyanlık dinine atfedilen hikayeleri kameraya kaydettik. Kilise epey büyük ve ihtişamlı. Tavan ünlü ressamların çizimleriyle dolu. Kilise'nin orta bölüm zeminine Dünya'daki önemli kiliselerin adları kazınmış. Bunlardan biri de İstanbul'daki Ayasofya Kilisesi. Şöyle yazıyordu "CONSTANTINOPOLITANA DIVAE - SOFIA - ECCLESIA"


Kilise'de eski papaların mumyalanmış cenazelerini de sergiliyorlar.





Kilise'yi gezdikten sonra şehir merkezinde, ünlü aşk çeşmesinin olduğu meydana gidiyoruz. Meydan mahşer yeri gibi... Ama çeşme de çeşme yani. Ancak İtalyanlar bir çeşmeyi bu kadar büyüleyici hale getirebilirdi heralde. Denizi anlatan bir heykel kompozisyonundan oluşan çeşme dünayanın en ünlü çeşmesi olarak biliniyor. Bu Çeşmeye "Aşk Çeşmesi" diyen tek millet biziz. İtalyanca adı "Fontana di Trevi" yani "üçyol çeşmesi". Üç sokağın birleştiği noktada olduğu için veya üç su yolunun birleştiği noktada olduğu için bu adı aldığı söyleniyor.


 Aşk Çeşmesine arkanızı dönüp sol elinizle bozuk para atarsanız bu, Roma'ya tekrar geleceğinizi garantilermiş :) Biz de geleneğe uyup paraları savuruyoruz. Bu meydandaki herşey bir kilometre ötesine göre yüzde yüz daha pahalı. Kameramız için kaset almayı erteliyoruz bu nedenle. Bir kaç fotoğraf çekindikten sonra buradan geçici olarak ayrılıp(başka bir gün akşam uğramak üzere) İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu meydana gidiyoruz..

Piazza di Spagna. İspanyol Merdivenlerini şöyle tarif edeyim: 138 basmaktan oluşan geniiiiişçe bir merdiven. Merdivenin en aşağısındaki meydanda tertemiz, kayığa benzer bir havuz vee merdivenlerde oturup dinlenen onlarca turist, aşıklar vs.. var burada.

 

Rehberimiz burada bizleri akşam aynı noktada buluşmak üzere serbest bırakıyor. Biz de Roma sokaklarına dalıyoruz. İspanyol merdivenlerinin tam karşısındaki caddeden, Via del Condotti'den başladık gezmeye. Şehir merkezindeki bütün binalar inanılmaz eski ve tarihi yapılar. Bu şehirdeki tablelaları, ilan panolarını çıkarsanız bir Orta Çağ filmini mekanlarla hiç oynamadan rahatlıkla çekebilirsiniz.


Via del Corso İtalyan ve Dünya tasarımcılarının butiklerinin boy gösterdiği prestijli bir cadde. Burada kimler mi var? Gucci, Pucci, Valentino, Louis Vitton, Guess, Fellini, Stefanel, Fendi, Roberto Cavalli, Hermes gibi bir çok marka.
 
Valentino'nun tasarladığı kırmızı bir elbise şehrin her yerinde cam bir fanus içinde tanıtılıyordu. Elbisenin fiyatı ise 4250 Euro idi. :)



İtalya'da henüz dünya'da ünlenmemiş, noname bir çok tasarımcının da butiğine rastlamak, vitrindeki harika elbiselerini keşfetmek mümkün. Bunun için ara caddelere sokakalara da girmek gerekiyor. Temmuz ayının sonunda İtalya'da olmamız demek bütün indirimleri yakalamış olmamız demekti. Alışverişe başlamamak için kendimi zor tutuyordum ama bugünkü programımız yoğun olduğu için alışverişi yarına bırakmaya karar verdik. Tarih kokan ara sokaklardan birinde pizza, sebze çorbası ve salata yemeye koyulduk. 



Karnımız doydu, mutlu mesut İspanyol merdivenlerinde rehberle buluşmaya gittik.  Akşam olmak üzereydi. Otobüslere atlayıp otele doğru yola koyulduk. 

Otelde biraz dinlendikten sonra tekrar şehre inip Aşk çeşmesini bir de akşam görmek istedik. Otel'den 200 metre ötede otobüs durağı vardı. O durağa o kadar çok gittik ki durağın adını unutamadım hala: "TrionFale". Bir süre otobüs rotasını çözmeye çalıştık. Sonunda şehir merkezine giden otobüsü yakalayıp atladık otobüse.  Agustus Meydanı'nda inip haritalar yardımıyla aşk çeşmesine ulaştık. Burada dondurma yiyip 72 milletten insanları izledik. 

Elimde Roma dondurması, karşımda muhteşem ışıklandırılmış Aşk Çeşmesi ve yanımda harika eşim vardı. O an gerçekten mutlu hissettim kendimi :)



Daha sonra İspanyol Merdivenlerine doğru yola koyulduk. Büyük, coşkulu bir kutlamanın ortasında bulduk kendimizi. Kolombiya'lılar bağımsızlıklarını kutluyor, şarkılar söylüyorlardı. Biz de aralarına karışıp eğlenceye ortak olduk.

Roma'da 2. Günümüzde tamamen serbestiz. Bugün Roma İmparatorluğu'nun izleri peşinde koşucaz. Sonra da alışveriş yapıcaz.Önce imparatorluk binalarını görmeye gidiyoruz. 

Venedik Meydanı çok işlek bir meydan. Restoranlar, cafeler, otobüs durakları, mağazalar herşey var burda. Ve tabi ki Venedik Sarayı. İtalya'nın ilk krallarından 2. Emmanuel'in heykelinin bulunduğu bu saray Romalılar tarafından pek sevilmezmiş. Çünkü kentin tarihi dokusuna yakışmayacak kadar yeni olduğunu düşünüyorlarmış.
Roma tarihi açıdan çok iyi korunmuş bir kent. Roma İmparatorluğunun merkezi ve kalan eserler sanki dün içinde birileri yaşıyormuşçasına canlı duruyor.

 
Roma imparatorluğu deyince bir çok kişinin aklına gladyatörler gelecektir. Erkeklerin birbirleriyle veya yırtıcı hayvanlarla döğüştürüldüğü arenalardan en büyüğü, M.Ö. 80 yılında yapılan Roma'daki Kolezyum'dur ve Roma'nın simgesi haline gelmiştir. Bunun kanıtı olarak da Kolezyum'u görebilmek için tam 1,5 saat kuyruk beklemizi gösterebilirim. Belki 1000 kişi vardı kuyrukta. Maalesef AB üyesi ülke vatandaşları ayrı bir kuyrukta biz 3. dünya ülkesi vatandaşları ise uzun olan kuyrukta bekliyorduk.

Sonunda içeri girmeyi başardık. Kolezyum eliptik bir amfi tiyatro ama orta kısmı bir kaç kattan oluşuyor. Dövüşçülerin hazırlandıkları bekledikleri odacıklar var bir katta. bir katta hayvanlar için ayrılmış bir bölüm var vs..  Roma İmp.'nun en görkemli binası olarak kabul ediliyor. Elli bin kişilik izleyici kapasitesi var. Bu amfi tiyatroda dövüşlerin yanısıra, müzik dinletileri, savaş canlandırmaları ve tiyatro oyunları da oynanmış. İzleyicilerin rahatça giriş çıkış yapabilmeleri için yüzlerce girişi ve çok değişik bir asansör sistemi bulunuyor.

                













Kolezyum da bol bol fotğraf çekinip biraz da dinlendikten sonra ayrılma vakti gelmişti. Dönüş yolunda Venedik Sarayını da gezdik.İçeride genelde İtalyanların yaptıkları savaşları ve kahramanlıkları anlatan resimler, savaş aletleri, toplar, tüfekler, gemilerden parçalar vs. sergileniyordu.




Buradan da çıktık ve yol üstü Roma'nın ünlü meydanlarından Piazza Nuovo'da takıldık. Bayağı şenlikli bir meydandı. Ressamlar, çalgıcılar ve tabii ki turistlerle doluydu. Güzel bir ortamdı doğrusu.



Bir sonraki durağımız Piazza Navona idi. En çok bu meydanı sevdim. Meydanın ortasında büyük bir heykel ve çeşme, meydanın başında ve sonunda da inanılmaz estetik iki havuz vardı. Bu meydanın etrafı kafelerle dolu. Burada cevizli ve  ilk defa yoğurtlu dondurma yedim. Cevizli çok iyiydi ama yoğurtlusunu pek sevmedim. Meydandaki Pinokyo oyuncakçısından küçük kardeşime pinokyo temalı bir kumbara aldım. Yolda gördüğüm bir butikten saten bir elbise ve bir de gömlek aldım.






 Buradan Ünlü Pantheon tapınağını görmek üzere Piazza della Rotonda'ya gidiyoruz. Pantheon "Tüm tanrıların tapınağı anlamına geliyor."






Yolda rastladığımız sarayımsı bir alışveriş merkezine girdik. Adı "Galleria Alberto Sordi" idi.  İçeride Zara'yı gözümüze kestirdik. Yaklaşık 1,5 saat sonra kasaya, 12-13 parça giysi ve ayakkabı ile ulaştım ve sadece 90 Euro ödedim. Kızkardeşime de güzel bişeyler beğendim. Döndüğümde o da bayıldı aldıklarıma.  Ömer ise bir 1 gömlek, 1 hırka, bir iki tişört almıştı.


Roma'da gezilecek yerler birbirine yakın olduğu için otobüse, taksiye binmeye gerek yok ama yürü yürü nereye kadar. Onu da göreyim bunu da göreyim derken  harap oluyor insan.  Rotayı iyi çizmek lazım. Biz de bugün çok yorulmuştuk. Doğruca otelin yolunu tuttuk.  


Roma'daki 3. ve son günümüz. Akşam 17.00 gibi Roma'dan ayrılıyor olacağız. Bu endenle bütün eşyalarımızı toplayıp valizleri ortak bir odaya bırakıyoruz. Rehber bugün bizi kişi başı 45 Euro karşılığında şehir dışındaki bir outlete götüreceğini söyledi. Ömer'le ben ücreti abartılı bulup bu outlete kendimiz gidebilir miyiz diye düşündük hemen. Sadece ulaşım için iki kişi toplam 90 Euro vermek çok saçma geldi çünkü. Rehber'den outlet'in adını öğrendik güç bela ama nerede olduğunu ve nasıl gidileceğini söylemedi tabii. Tek bildiğimiz adının "Castel Romano" olduğuydu. İnternetimiz de yoktu. 
Otobüse atlayıp şehir merkezine gittik. Buradan birilerine sorarak tren istasyonuna yöneldik. İstasyonda az kalsın yanlış trene binecekken bir amca uyardı bizi.  İtalyanların ingilizce bilmemesine ifrit olup indik trenden, biletleri iade ettik.. Turist bilgi noktasındaki görevliye sorduk. Oda bize iğrenç ingilizcesiyle bir otobüse binmemizi daha sonra başka bir otobüse binmemizi söyledi. Otobüs geldi. 5. durakta inip diğer otobüsün gelmesini bekledik. Burada bizim turdan 4lü genç bir grup la karşılaştık.. Onlarla beraber otobüse atladık. Epey kalabalıktı otobüs. Şoför bizi yol kenarında bırakıp nasıl gideceğimizi gösterdi. Güneşin altında epey yürüdükten sonra çölde bir serap gibi göründü Castel Romano. Büyük bir kampüs içinde tek katlı dükkanların olduğu bir çarşıyı andırıyordu burası. Toplam 4 Euro'ya işte buradaydık. Hemen kendimizi lavabolara atıp elimizi yüzümüzü yıkadık. Birer sandviç yiyip soğuk bişeyler içtikten sonra alışverişe başladık. Ben  Guess, Stefanel,Tommy Hilfiger, Camper'da takıldım uzun süre. Elimiz kolumuz doluncaya kadar alışveriş yaparken bizim rehber ve kurbanlarıyla karşılaştık. Rehber bizi görünce epey bozuldu. Ama yine de "Sizi 15 Euro'ya otele götürebilirim" pazarlığı yaptı. Oysa ki biz dönüşü alışveriş merkezinin servisiyle  bedavaya getirebilceğimizi öğrenmiştik bile..  :)








Şehre servisle rahat rahat döndük. Otelde dinlendikten sonra son defa Romayı gezmek üzere dışarı çıktık. Otobüsten indiğimiz yerde yani Agustus Meydanı'nda Valentino'nun geçmişten günümüze kıyafetlerinin sergilendiği bir müze ilişti gözüme. Ömer dışarıda dinlenirken ben müzeyi gezdim.




Müzede ünlü yıldızların oscar törenlerinde veya filmlerde giydikleri Valentino tasarımları da sergileniyor. Kıyafetin yanında filmin veya törenin videosunu da oynatıyorlar. İspanya prensesinin gelinliği burada sergilenen en kıymetli parçalardan biri.
Bu müzedeki kıyafetler bana epey ilham kaynağı oldu. Onlarca kıyafetin önünden ve arkasından fotoğrafını çektim ve bir elbise diktirmem gerektiğinde buradaki kıyafetlerden örnek çıkarabiliyorum :)


Müzeden ayrıldıktan sonra şehrin çevresini gezdik. Medicilerin malikanesine şöyle bir bakındık. Yolda yağlı boya resimler satan bir pazara rastladık. 






 Otele dönüş zamanı geldi. Roma'dan otobüsle Bologna'ya oradan da uçakla Türkiye'ye dönüyoruz. Otobüs yolculuğu güzeldi. Çevreyi seyrederek geçti. Arada bir AutoGrill denen mola yerlerinde durup yiyecek bişeyler aldık.






Uçağı beklerken Roma'ya aşık olduğumu anladım. Burada benim sevdiğim herşey bir arada. Tarih, sanat, moda, alışveriş, güzel yemekler... Bir bahaneyle (master, kurs, doktora) gelinip en az 6 ay yaşanması gereken bir şehir burası bana göre.... :)